Fakat müzeyyen bu derin bir tutku kitap pdf


Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku - İlhami Algör Kitap tarafından İletişim Yayınevi indir

Yazar :

Fakat Müzeyen Bu Derin Bir Tutku - İlhami Algör Fakat Müzeyen Bu Derin Bir Tutku - İlhami Algör “Her id='ID_6760864' fleyin iyi gitiğini nerden ç›kar›yorsun?” dedi. “Herif rüzgâr› kendinden menkul uçurtman›n teki. Ara s›ra teleri tak›l›r gibi kad›na geliyor gece yar›s›. ” “Fakat Müzeyen, bu derin bir tutku,” dedim. T›rsmaya baflam›flt›m. Hakl› olabilirdi. “Evet, biraz sap›k ve tek tarafl› bir tutku,” dedi, arkas›n› dönüp giti. Hikâyeye göre adam, kad›n› çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve s›ğm›yor. Bülbülün çilesi, yazar›n zulas›. ‹nceden sarma bir sigara, inceden bir bardak. Jak Danyel isimli bir flifle, Hicran isimli bir yara, tuhaf isimli bir roman. Kafam›z iyi, açmay›n kapağ›, biz böyle iyiyiz. ‹lhami Algör, alelacayip aflklar›n ve oyunbazl›ğ›n, hüzünlü dolambaçlar›n yazar›. Fakat Müzeyen Bu Derin Bir Tutku, ‹talyan Yokuflu’ndan aflağ›, rüzgâra as›l›p Tophane’ye inen roman. Avaramu!.



Fakat müzeyyen bu derin bir tutku kitap pdf

Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku PDF indir, Kitap ile ilgili kısaca bilgi vermek gerekirse 65 sayfadan bir araya gelen Türk Edebiyatı Romanları türündeki bu kitap Ciltsiz kapağa sahiptir. Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabının yazarı

İlhami Algör

. Ayrıca bu paylaşımımızda Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku konusu ve Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku yorumlarını bulacaksınızdır. Yazımızın detayında Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku PDF indirme linki ile Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabını PDF olarak ücretsiz indirebilirsiniz.

Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Kısa Özet

*Her şeyin iyi gittiğini nerden çıkarıyorsun?* dedi.
*Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.*
*Lakin Müzeyyen, bu derin bir tutku,* dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.

*Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku,* dedi, arkasını dönüp gitti.

Hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor… Bülbülün çilesi, yazarın zulası… İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak… Jak Danyel isimli bir şişe, Hicran isimli bir yara, enteresan isimli bir roman. Kafamız iyi, açmayın kapağı, biz böyle iyiyiz.

İlhami Algör, alelacayip aşkların ve oyunbazlığın, hüzünlü dolambaçların yazarı.

Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgara asılıp Tophane’ye inen roman. Avaramu!

Lakin Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku KİTABI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Fakat müzeyyen bu derin bir tutku kitap pdf

Başa dön tuşu

1 I

2

3 İLHAMİ ALGÖR Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

4 İLHAMİ ALGÖR 1955 İstanbul Suriçi doğumlu yazarın diğer kitapları: Kalfa ile Kıralıça (2013, İletişim Yayınları), Çanakkale Yalı Hanı ve Han Sakinleri (2007, Everest Yayınları), Karabakal Ötüyor (2008, Everest Yayınları), Ma Sekerdo Kardaş? (2010, Doğan Kitap). İletişim Yayınları 2093 Çağdaş Türkçe Edebiyat 327 ISBN-13: İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2014, İstanbul EDİTÖR Levent Cantek KAPAK VE SAYFA TASARIMI Suat Aysu KAPAK RESMİ Seda Mit DÜZELTİ Ayla Karadağ BASKI ve CİLT Sena Ofset SERTİFİKA NO Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB Topkapı İstanbul Tel: İletişim Yayınları SERTİFİKA NO Binbirdirek Meydanı Sokak, İletişim Han 3, Fatih İstanbul Tel: Faks: web:

5 İLHAMİ ALGÖR Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Desenler: Seda Mit

6

7 Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

8

9 Bir Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önerebilirdi. Kapıyı çektim, kilidin dili yuvasına otururken Nereye? dedi. Aldırış etmedim, çıktım. İtalyan Yokuşu ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane ye indim. Dolmabahçe den gelip, Karaköy e uzanan Kemeraltı Caddesi nde trafik ekipleri yolun bir şeridini kesmiş, diğer şeridini de el-kol hareketleri ve düdük zoruyla hızlandırarak boşaltmaya çalışıyorlardı. Belli ki kırmızı plakalı arabalar içinde, kalın birileri geçecekti. Aklıma Son İmparator adlı filmden, çocuk imparatorun saraydan çıktığı sahne geldi. Kafilenin önünde eskort mahiyetli, Çinli ölçülerine göre ızbandut denilebilecek iki zebani, havayı yaran el kol hareketleri ile yolu açıyor, adlarına halk, tebaa, kul, kıl, tüy denilen garibanlar, duvar diplerine çekilip, büzülüp, yerin dibine girip taş kesiliyorlardı. Burada da durum farklı değildi. Hükümet kerhane önünden geçiyor, devlet erketeye yatıyor, vatandaşa da dut yemek düşüyordu. 7

10 Şarkıları, acil çıkış kapılarını bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtmışların ruhlarında yeraltı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: Kula kulluk edene, yazıklar olsun. Neticede, Orhan abimin cümlesinde de bir kul mevzuu vardı ve bu laf ortada olduğu müddetçe, tilkilerim bana rahat vermezdi. Saldım tilkilerimi, döndüm, Boğazkesen i kestim, Tophane Tayfur Spor Kulübü nü geçtim, tabeladaki 1952 rakamı ile kesiştim, köşeyi kıvrıldım ve sandalyesinde oturan kravatlı mumyayı gördüm. İhtiyar, on günlük sakalı, vücudunun tekmil kemikleri, kemikleri saran ve Topkapı Surdibi ikinci el tezgâhlarında çok daha bakımlısını bulabileceği takım elbisesi, on kere çözülüp düğümlenmiş ve neticede tatmin olunup karar kılınmış kravatı ile, yetmişlik, yorgun, harap, kaymış ve kadit vaziyetteki vücudunu, metal aksamı paslı bir sandalyeye itina ile yerleştirmiş, bir bacak öbürü üzerinde, Mısır duvar resimlerindeki adamlar gibi zarif ve dikkati çekecek kadar kendini resmetmiş bir vaziyette oturuyordu. Eşyalara baktım, oturduğu iskemleden üç-beş tane, bir-iki metal bacaklı formika sehpa ve bok püsür... Baba, dedim içimden, çok şıksın ama yanlış istasyonda takılıyorsun. Doğru değildi. Ona başka istasyon var mıydı? İkiledim, Tophane denilen, liman bitirimleri, fetbazlar, üçkâğıtçılar, cazgır karılar, sert delikanlılar semtinin bağrına daldım. Setüstü kahveden başlar döndü. Hafif bir rüzgâr esti. Semtin erken uyarı sistemleri çalışıyordu. Umurumda değildi. Hani sözgelimi, kör testere ile kesseler sırıtırdım. Ben zaten orada değildim. Ne yerde ne gökteydim. Avaramu... Köşede, kesme taşlardan örülü istinat duvarına oturtulmuş, kallavi bir incir ağacını sırtlamış serin ve gölgeli çeşmeyi görünce, içim Ohh! dedi. Takıl buraya, dedi bir tarafım. Tamam paşam, dedim bir tarafıma, seni mi kırıcam? 8

11 Karşı kaldırımda, kahvehanenin camında, tabağı ve kaşığı ile tam takım resmedilmiş ince belli çay bardağının yanında, rüzgârda kıvrılmış kurdelevari havasıyla Esnaflar Kıraathanesi yazısı seriliyordu. Daldım kahveye, ocağa yürüdüm, dudak ucuna yerleştirdiği, külü ha düştü ha düşecek sigarası ile iş gören ocak başındaki ihtiyarın işini bitirip bana doğru dönmesini bekledim ve vakit gelince Baba, dedim, soğuk suya bi sade, bi de soda... parayı da peşin al, içip kaçıcam. Attım parayı tezgâha, sandalyeyi kapıp çeşmenin altına çöktüm. Soğuk suya kahve, her babayiğidin harcı değildi. Yüksek hatırlılar ve ağır bitirimler dışında, semte yabancı birinin kahveyi böyle istemesi için bir ayrıcalığı olması lazımdı. Ayrıcalığımı az önce tezgâhın üzerine, ikna edici ölçüde sermiştim. Bir tarafım semt radarlarına karşı radar, diğer tarafım Satmışım anasını, ben bu dünyanın şarkısı ile meşgul, çıkardım tütünümü, tek harekette ince bir sigara sardım. Bir rüzgâr esti, semt göz ucu ile hareketimi kaydetti. Dönüp, sırtımı verdiğim çeşmeye baktım. Taşın duruşu ve dokusu içimi serinletiyordu. Kahvem geldi. Kıvamındaydı, sevdim. Semt, altıkol iskambil oynar gibi sinyaller, işmarlar, manyeller ile sessiz sedasız inliyordu ki, tüpgaz dağıtımı yapan bir kamyonet, hoparlöründen yayılan sinir bozucu bir melodi ile geçti. Hemen ardından rakip firmanın kamyoneti, kendi melodisi ile geçti. Semtin veletler korosu, Oooo, ayıpsın ayıp! nakaratı ile geçti. Nakarat, on metre yürüdü, Ablanı alacağım, enişten olacağım, sana koca bulacağım faslına geçti. Bastonlu dedeler, Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç ile geçti. Vakit geçti. Esnaflar Kıraathanesi nin televizyonunda, Tütüncü Roza göğüsleri ile bir kadın şarkıcı, ağır sahra topları gibi geçti. Geyik bakışlı iki turist ve boya sarışını bir fıstık geçti. Delikanlılar tek topuk üstünde kıza dönüp, su altı senkronize yüzücü vaziyeti alıp şarkıya geçtiler: Kız hepsi senin mi? 9

12 Boya sarışını fıstık, Misafir ol gel bana, börekler açayım sana edasıyla, hafif şıkıdım geçti. Görmüş geçirmiş, hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu, bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında geçti: Bana her şey seni hatırlatıyor. Ulan cik cik, mazin ne senin? dedim içimden. Bacak kadar kız, milletin baş tacı idi. Millette bu taçlardan çok vardı. Taç üstüne taç koyan, taç düşkünüydük. Bir zamanlar sivil siyasi çalışan abilerimin kullandığı, simsiyah, yılan gibi bir elli altı ile Samsunlu Orhan abim, ağır çekim, kayarak, süzülerek geçti: Dünya bir dert hanesiyse, ben çilemi doldurmuşum, bir mektepse eğer hayat, ıstırapla okumuşum. Tevellütü müsait olmayanlar dışında herkes, esas duruşa geçti. Şarkı, hepimizin halini hatırını sorup, veletlerden makas alıp, selam edip geçti. Ellerimizi kalplerimiz üstüne koyup, boyun kırıp, Eyvallah abi, dedik külliyen, hürmetler abim benim. Herkes adına acı çekmekle dönüşerek, artık abide halini almış Samsunlu Orhan abimden sonra, her şey eski haline geçti. Film bitmiş de, herkes salondan çıkarken, aklı son sahneye takılı kalmış, koltuğuna çakılı adam ruhuyla baktım. Ulan, dedim, bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan... Kışlanın önünde redif sesi ile başla, Çanakkale içinde vurul, az zamanda, çok işler başar, açık alınla on yılda çık, araya bir fokstrot, bir yurttan sesler korosu koy, Şişli de bir apartımana takıl, yârin İstanbul u mesken tutsun, görsün güzelleri seni unutsun, gurbet halde bir hal gelsin başına, Yaşa! Var ol! muhabbetiyle Harbiye önlerinden geç, deniz ve mehtap sorsunlar seni, mani olsun halini takrire hicabın, Kalamış ta huzur ara, havanı al, ak güvercinler uçur, Gemerek ten dön gel, sararsın rengi ruhsarın, kolbaşının kıratını şahlandır, geç arı, kovan, petek muhabbetine, 10

13

14 sarı çiğdeme sor, bir de Nataşa patlat... Meraklısı varsa, aralara Elvis, Bitıls atsın, mevzuyu renklendirsin isterse. Hayatımız müzikaldi ya da bana öyle geliyordu. Müzik satsak köşe olurduk. Bıraksalar, Saraçhanebaşı buz tuttu, Arap Kamil, Naciye yi dost tuttu ile, o olmadı mı, Unkapanı nda Hacıbaba da oymacılar var, koymacılar var ile dünya listelerine girerdik. Bırakmadılar. Soktular sınıflara, Daha dün annemizin, çiçekli bahçemizin... Hocam, dedik, yanlış yapıyorsunuz. Biz bahçeli evlerde oturmuyoruz, çiçekler saksıda. Öğlen uykusu bilmeyiz. İcabında numaradan göz yumar, kaşla göz arasında tüyeriz. Bu muhabbet bize uymaz. Yok, dediler, şimdi okullu oldunuz, sınıfları doldurdunuz. Baktık, gariban hocalar kafayı yiyecek, müfredat ile bizim sokaklar arasında, Bir de biz vurmayalım garibanlara, dedik, zil çaldı, biz, haydaa sokaklara, yakalar fora, Avaramu... Ufak ufak kendimle konuşmaya başlamıştım, topladım kendimi. Çevre kesişlerini tarayan tarafım rapor verdi. Boşver, dedim. Arsızdım. Dağıtmazsam, toparlayamazdım. Dağıtmaya çalıştığım tarafım, dipte bir yerlerde, sislerin arasına gizlenmiş bir deniz feneri gibi uzak ve basur gibi sinsice, sessiz sedasız çakıp dönüyordu. Çok uğraşmış, Bırak yakamı demiş, vazgeçirmeye çalışmış, başaramamıştım. Öyleyse gel, dedim, gel beraber takılalım. Aldım, alnıma sardım, çıktım güneşe. Birbirimizi idare etmeliydik. Kapışmanın ve karşılaşmanın, yüz yüze gelmenin, tersyüz etmenin, her neyse, her konunun kendine göre bir kum saati, vadesi vardı. Semt bitirimlerinin kesişlerine dair, ikinci rapor geldi. Kim bu geyik? diyorlardı. Turist değil, amir memur değil. Ebleh mi harman mı ne? 12

15 Çocuklar raconu iplemiyordu. Bunu anlardım. Kıçı kırık mağaza vitrinlerindeki markalara baksan, işe uyanırdın. Neticede burası da, âlem e, nev-i şahsına münhasırlığı ile nam salmış, sakinlerinin salkım saçak sokaklarda takıldığı, kendi içine buharlaşan mekânlardan biriydi. Memleketimin Bakışlar tarihinde, bu kadar aleni olmayan, hatta bu semtin, kapağı buhar kaçırmadan önceki zamanlarda bizzat ürettiği bakışlar da vardı: Yabancı ya yabancılığını hissettirecek bakışların, ayıp, abes, yersiz addedildiği zamanların, bakmayan bakışları. Bir de, şehirde olan ancak şehre ait olmayan, gerçek mi düş mü olduğuna karar verememiş, karar vermeye de pek niyetli görünmeyen mekânların bakışları vardı. Sokaklarından birine girdiğinizde, sokak, ortalıkta olmayan birilerince sahiplenilmiş hissi veren, adımınızı attığınız andan başlayarak, yabancı olduğunuz duygusunu ense kökünüze fısıldayan bir sokak olur, pencerelerde perde aralıkları, belli belirsiz kıpırdar, kapısını bir müşteriye hiç açmamış gibi duran adeta boş dükkânda bir adam, başını işinden kaldırıp bir an bulunduğunuz yere doğru bakar ve dışarıda görülebilecek hiçbir şey yokmuş gibi işine dönerek, o kısacık an içinde sakin, tepkisiz haliyle sizi yok saymayı becerirdi. Sokağa bir ad verir, tabelayı uygun bir evin dış duvarına asardınız. Tabelada, Ayak sesleriniz de olmasa, var olmadığınıza sizi neredeyse inandıracak bakışlar sokağı yazardı. Ayak seslerinize rağmen, harcandığınız mekânlar da vardı. O mekânlara uğramazdınız. Tophane nin bitirimleri haklıydı. Son delikanlı nın bir reklam filminde öldüğü, Samsunlu Orhan abimin bile dokuz yüzlü telefon ayağı ile bizi huylandırdığı, bir dönemde, bir onlar mı kalmıştı; duruş, bakış, kesiş raconlarını koruyacak olan? Hiç bitmeyecek zenginliklerin sahibi imiş gibi, sonsuz cömertliklerin, dipsiz kıyakların vakti değildi artık. Şimdi devrik ve devirsizdik. Kalktım. 13